YPG/PKK terör örgütü yandaşları, Fransa’nın resmi demir yolu şirketi SNCF'ten emekli 69 yaşındaki bir Fransız vatandaşının Paris'te üç kişinin ölümüyle sonuçlanan silahlı saldırısını protesto etme mazereti altında Fransa'nın başkenti Paris’te şiddet eylemleri gerçekleştirdi.
Ortalığı kasıp kavurdular.
Fransız polisine dahi saldırdılar. Paris Emniyet Müdürü Laurent Nunez’in açıklamasına göre, 31 Fransız polisi bu saldırılarda yaralandı, Fransızlara ait çok sayıda otomobil ve motosiklet ateşe verildi, pek çok kamu ve özel alan tahrip edildi, yağmalandı ve kundaklandı.
Terör örgütü bunlarla da yetinmeyip, Fransa’nın dahi terör örgütü kabul ettiği PKK’nın paçavraları ve terör örgütü lideri A. Öcalan’ın çirkin posterlerini Fransız devriminin sembolü Marianne’in sembol heykeline dahi diktiler.
Alışılagelmiş bir durum değil!
Nasıl oluyor da YPG/PKK terör örgütü, besle kargayı oysun gözünü ya da beslediğin yılan gün gelir seni de sokar misali bu kadar pervasız, Avrupa’nın göbeğinde bir terörü ve tedhişi estirebiliyor?
Daha önceden de bu tür eylemleri vardı. Ancak bu eylemlerin hedefinde Türkiye, Türkiye’nin Avrupa’daki diplomatik misyonları, STÖ’ler ve Türk vatandaşları olurdu.
Şimdi ise diğerlerinden çok farklı olarak, Fransız devlet otoritesini, kamu düzenini, egemenliğini, toplumsal huzurunu hedef aldılar.
Neden?
Bu açıdan bakınca konu oldukça karmaşık, görülenden, iddia edilenden öte bir anlam taşıyabilir.
Konu başta Fransa olmak üzere Kıta Avrupası için ciddi hassasiyetler üretiyor. Çünkü YPG/PKK tarafından hedef alınan, istikrarsızlaşan başta Fransa olmak üzere AB’nin kamu düzeni, otoritesi, egemenliği ve toplumsal huzuru.
Avrupa, Avrupa’sında bu işlere çok hassastır.
Böylesine potansiyel bir tehdide ve tehlikeye ne kadar göz yumulabilir?
Elbet bununla ilgili sorgulamayı, öz eleştiriyi ve gelişen şüpheyi bize göstermek istemeyecekler, ama mutlaka yapacaklardır.
Peki bu gelişen durum, halihazırda uyguladıkları YPG/PKK’lı siyaset ve stratejilere ne kadar yansır? Ne kadar etkiler ve ne kadar değiştirir?
Şekillenmediği, sadece bir olasılık olarak ortada durduğu için, bu safhada cümle kurabilmek pek mümkün değil. Öncelikle kontrol altına almak, disipline etmek, bir daha olmasını engellemek adına yeniden dizayn ve ayar çalışmalarına ağırlık vereceklerdir, ama nasıl bir herze yediklerini de mutlaka düşüneceklerdir. Bir yandan da başta Türkiye’ye karşı olmak üzere coğrafyamızda kullandıkları bu terör örgütünün sağladığı avantajlardan vazgeçmeyi de pek istemeyeceklerdir.
Sonuçta Ortadoğu’da demokrasi, insan hakları, özgürlükler gibi kavramları göz ardı etseler bile kendi coğrafyalarında bu kavramların kendi kamu düzenleri, egemenlikleri, otoriteleri, hukukları içinde tecavüze uğramasına asla izin veremezler. Bu noktada son derece hassas oldukları da ortada. Aklıma gelen bir örnek var. Geçmişte ASALA terör örgütünün de kendi coğrafyalarında yuvalanmasına göz yummuşlardı. Ancak ASALA’nın kendi kamu düzenleri ve vatandaşlarını etkileyecek şekilde gerçekleştirdiği (özellikle Orly saldırısı) kanlı eylemler, onları ASALA’ya olan bakışlarını değiştirmeye itmişti. Benzer bir bakış değişikliği, ardından siyaset ve stratejilerde bir değişiklik gelir mi? Göreceğiz.
Sonuçta bu konu temelde Türkiye’yle ilgili geliştirmek isteyecekleri yeni siyaset ve stratejilere, yeni bir bölgesel kurguya/iş birliğine, bununla beraber kendisini gösterecek Türkiye ile terör örgütü YPG/PKK arasında bir tercih yapma zorunluluğuna bağlı. Avrupa’da, Avrupa’nın güvenlik, istikrar ve refahının Türkiyesiz sağlanmasının mümkün olamayacağını savunan gerçekçi ve sağduyulu akıllar yok değil. Konu bu açıdan siyasi, stratejik, jeopolitik bir tercih meselesi. Konuya yarın devam edeceğiz.
Ancak bırakın böyle bir yaklaşımı, yaşanan gerçeklik bunun tam zıddı. Dahası, Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı terörist saldırılar, pek çok meşum "örtülü, asimetrik ve açık" mazeret ve gerekçeyle; son derece kayıtsız, duyarsız, hatta baskılayıcı ve engelleyici bazı yaklaşımlarla, siyaset ve stratejilerle karşı karşıya kalıyor.
Bunun ürettiği ve üretebileceği sonuçlar vahimdir. Şu haliyle bile büyük bir güven bunalımına, jeopolitik bir çatlağa ve stratejik bir açı farkına neden olmuştur.
Belki asimetrik amaçlardan beslenip Türkiye’ye karşı uygulanan bu siyaset ve stratejiler, Türkiye’yi özellikle YPG/PYD/DSG/PKK’lı bir bölge oluşumunu kabule zorlamaya dayalıdır, ama Türkiye bunu kabullenemeyecek bir ülke mi?
Sanmıyorum.
Ne kadar baskı, entrika, uyutma ve aşağılama altında kalırsa kalsın, varoluşsal refleksleri, millî güç unsurları son derece güçlü bir ülkeyi konuşuyoruz.
Ki Türkiye:
- Tehdit daha da zora bindiğinde jeopolitik ve stratejik tercihlerini değiştirme,
- Bunu silah olarak kullanma,
- Atlantik ile eşgüdüm hareket etmeme,
- Egemenlik alanlarını kullandırtmama,
- Bağımlılık ve stratejik bağ (aynı zamanda bağımlılık üreten ve kendisine karşı silah olarak kullanılan F-16 gibi) sofistike silah platformlarını, sistemleri, mühimmat ve teçhizatı Atlantik dışı kaynaklardan tedarik etme,
- Bütün millî güç unsurlarını devreye sokma, topyekûn mücadele etme,
- Karşı istikrarsızlaştırma
-yıldırma-mukavemet harekâtlarını başlatma gibi inisiyatifleri devreye koymadı.
Çok zor da kalmadıkça bunları devreye koymak istediğini de düşünmüyorum.
Her ne kadar kendini arkadan vurulmuş hissetse de güvenilir bir müttefik yaklaşımı içinde sorunun çözümünü bu düzlemde (Atlantik ittifakı içerinde) arama eğilimindedir.
Ama nereye kadar?
Bir NATO ülkesine, bir NATO devletine kurşun sıkan YPG/PYD/PKK terör örgütünün ABD başta olmak üzere, başat bazı NATO ülkeleri tarafından korunmasına, himaye edilmesine, fonlanmasına, alan açılmasına, eğitilmesine, donatılmasına, yönetilmesine ve yönlendirilmesine ne kadar tahammül edilebilecek?
YPG/PKK/PYD terör örgütü ABD için keyfe keder bir tercih, bir proje olabilir.
Ancak Türkiye için varoluşsal bir tehdit olan bu terör örgütünün, bizzat Atlantik tarafından beslenmesinin sonuçları elbette sadece Türkiye’yi etkilemeyecek. Başta Atlantik’in savunduğu demokrasi, insan hakları, özgürlükler, barış, kardeşlik, insanlık, medeniyet gibi kavramları yerle bir ettiği gibi, Atlantik içinde baş gösteren bir karşıtlaşma/mücadele, jeopolitik ve stratejik tercihlerini/yönelişini değiştirme, yaşanacak olası bir yıkım, ortaya çıkacak güç boşluğu, eksen kayması veya karşı eksene geçme gibi farklı sonuçlar, Atlantik inisiyatifini içinden çıkılamayacak jeopolitik türbülansları oluşturabilecek.
Peki bu riskler, sorunu üretenler tarafından hesaplanmış olabilir mi?
Çok sanmıyorum.
Çünkü ortada, Türkiye’nin 1952’de NATO’ya alınmasını zorunlu gören jeopolitik aklın, yüzde 1'i şu andaki karar vericilerde ne yazık ki yok.
Ancak bir umut var gibi gözüküyor.
Çünkü Ukrayna Savaşı'nın yakıcı esen rüzgârları, Türkiye’nin stratejik ve jeopolitik değerinin üstündeki toz yığınlarını dağıttı, attı.
Görmemekte inat edebilirler mi?
Bunu da sanmıyorum, ama görmemiş gibi yapabilirler.
Çünkü Türkiye’yi, Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı tehditleri görmemek, hassasiyetlerini önemsizleştirmek ve değersizleştirmek çok temel bir eğilim.
Çünkü çok kârlı.
O zaman iş yine Türkiye’ye düşüyor.
Jeopolitik olarak değerli olmak yetmez, bunu bir siyasi-diplomatik ve stratejik etkilerle de beslemek gerekir.
Bu işe de meseleyi İsveç ve Finlandiya’ya görüşmek yerine, NATO’nun bu büyüme işini ABD ve başat NATO ülkeleriyle görüşmeye başlayabiliriz diye düşünüyorum.
Ortaya da şu meşum terör örgütünü koyarak. Ama sadece onunla da yetinmeyerek… Yarın bu konuya devam edeceğiz…